Anadolu’nun kalbinde öyle bir şehir var ki, adını duyunca belki aklınıza sadece uçsuz bucaksız bozkırlar gelir. Ama inanın bana, Aksaray bambaşka bir dünya! Hani o meşhur ‘güzel atlar ülkesi’ Kapadokya’nın hemen yanı başında, ama kendi başına da başlı başına bir keşif noktası. Ben Ceren Gezgin olarak, bu beklenmedik güzellikler şehrini adım adım gezdim, ruhunu hissettim ve şimdi size tüm samimiyetimle anlatacağım.
Şehrin merkezine ilk adımımı attığımda hissettiğim şaşkınlığı unutamam. Geniş bulvarlar, şık binalar, kavşaklarda yükselen heykeller ve Avrupa şehirlerini aratmayan bir mimari… Özellikle Barok tarzı hükümet meydanı ve yanı başındaki modern yapılar, beni adeta bir zaman tünelinde yolculuğa çıkarmıştı. Selçuklu’dan Osmanlı’ya, oradan da Cumhuriyet’e uzanan zengin bir tarihle harmanlanmış bu modern doku, Aksaray’ı Anadolu’nun en ilginç duraklarından biri yapıyor.
Zaman Tünelinde Bir Gezinti: Aksaray Müzesi
Aksaray’da gezime başladığım ilk durak, şehrin kalbinde yükselen modern bir tarih hazinesiydi: Aksaray Müzesi. Ankara’dan yaklaşık üç saatlik bir yolculukla ulaşınca, bu müzenin mimarisi bile beni büyüledi. 2014 yılında açılan bu yapı, Selçuklu kümbetlerinden ve Kapadokya’nın peribacalarından ilham alan modern bir çizgide tasarlanmış. Daha içeri adım atmadan, Anadolu’nun derinliklerine bir yolculuğa çıkacağımı hissettim.
Anadolu Aslanı ve Minik Kaşifler
Müzenin bahçesinde beni ilk karşılayan, heybetli duruşuyla nam salmış bir Aksaray Malaklısı oldu. Bu ‘Anadolu Aslanı’ lakaplı dev köpek, kalın bacakları, büyük kafası ve sarkık dudaklarıyla gerçekten etkileyiciydi. Neslinin tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için koruma altında tutulan bu dostumuz, bahçede adeta kendi krallığının hükümdarı gibi salınıyordu.
Bahçenin bir diğer sürprizi ise çocuklar için tasarlanmış küçük bir arkeoloji parkıydı. Minik toprak tepelerin ve taşların arasına girip, küçük kazı alanlarında bir şeyler keşfetmeye çalışan çocukları izlerken içim ısındı. Tarihi öğrenmenin bu kadar eğlenceli hale getirilebileceğini görmek harikaydı.
9500 Yıllık Beyin Ameliyatı ve Kedi Mumyası!
Müzenin üç katında sergilenen eserler, beni gerçekten tarihin tozlu sayfalarına götürdü. Giriş katında, Anadolu’daki ilk yerleşim yerlerinden biri olan Aşıklı Höyük’ten getirilen, M.Ö. 8000’lere ait buluntular kronolojik bir sırayla sergileniyordu. Ancak beni en çok şaşırtan, 9500 yıl öncesine ait bir kadın kafatasıydı. 20-25 yaşlarında, bebeğiyle birlikte gömülmüş bu kadının kafatasındaki delik, o dönemde yapılan bir beyin ameliyatının kanıtıydı! Ve kadının ameliyat sonrası 10 gün daha yaşadığının anlaşılması… İşte bu, bilime ve insanlığın direncine olan inancımı pekiştirdi.
Müzedeki bir diğer eşsiz parça ise M.Ö. 8. yüzyıla ait olduğu düşünülen Aksaray Yazıtı. Hitit hiyeroglifleri, yani Luvice yazılmış bu stelde Kral Kiyankisas’ın Fırtına Tanrısı’na şükranlarını sunması ve şehrini övmesi beni o dönemin inanç dünyasına götürdü.
Ve gelelim benim için müzenin en çarpıcı bölümüne: Mumyalar! Aksaray köyü kazılarında ortaya çıkarılan yetişkin, bebek ve hatta bir kedi mumyası, Mısır’la aynı dönemde Orta Asya ve Anadolu’da da İskit mumyalama tekniklerinin geliştiğini gösteriyordu. Heredot’un bu konudaki bilgilerini okurken, tarihin derinliklerindeki bu gizemli uygulamaların ne kadar farklı yöntemlerle yapıldığını öğrenmek büyüleyiciydi. Gerçekten de, Aksaray Müzesi, ziyaretçisine sadece bilgi değil, derin bir hayranlık da sunuyor.
Gönüller Sultanı Somuncu Baba’nın İzinde
Müzeden çıktıktan sonra, şehrin manevi havasına bürünmeye hazırdım. İstikametim, Ervah Mezarlığı’nın sakin atmosferinde yer alan Somuncu Baba Minyatür Müzesi ve Makamı’ydı.
Minyatürlerle Bir Hayat Hikayesi
1331’de Kayseri’de dünyaya gelen Şeyh Hamid-i Veli, nam-ı diğer Somuncu Baba, Osmanlı’nın kuruluş devrinin manevi mimarlarından ve Hacı Bayram-ı Veli’nin hocası… Bu müzede, onun hayatının önemli anları 12 ayrı minyatür sahneyle canlandırılmış. Rehber eşliğinde gezerken, Somuncu Baba’nın derin ilimini, kerametlerini ve tevazu dolu yaşamını dinlemek, beni derinden etkiledi.
Babası Şemsettin Musa Efendi’den aldığı ilk eğitimin ardından Şam, Tebriz gibi ilim merkezlerinde tahsil gören Somuncu Baba’nın en bilinen hikayesi, Bursa Ulu Cami’nin açılış gününe dayanır. Padişah Yıldırım Beyazıt’ın isteği üzerine hutbe okuması gereken Emir Sultan’ın, “Bu beldede benden daha alim kimseler vardır” diyerek Somuncu Baba’yı işaret etmesi ve Somuncu Baba’nın Fatiha Suresi’ni yedi farklı şekilde yorumlaması… Her kapıda ayrı bir Somuncu Baba’yı gören cemaatin şaşkınlığı… “Sırrı faş” olan Somuncu Baba’nın tevazuu gereği Bursa’dan ayrılıp Aksaray’a gelmesi, burada Hacı Bayram-ı Veli gibi önemli talebeler yetiştirmesi… Bu hikayeleri dinlerken, Anadolu’nun manevi zenginliğine bir kez daha hayran kaldım.
Ervah Mezarlığı’nda Bir Huzur Durağı: Somuncu Baba Makamı ve Çilehane
Müzeden sonra, asırlık çam ağaçlarının ve güllerin eşlik ettiği Ervah Mezarlığı’na doğru yürüdüm. İşte burası, Somuncu Baba’nın Aksaray’da ikamet ettiği dönemde halvethanesini ve çilehanesini kurduğu yerdi. O sakin atmosferde dualarımı edip, bir zamanlar büyük bir velinin inzivaya çekildiği bu mekanda huzur buldum.
Şehrin Kalbinde Tarihi Adımlar
Somuncu Baba’nın manevi izlerini takip ettikten sonra, Aksaray’ın sokaklarında tarihi yapıları keşfetmeye devam ettim. Şehrin her köşesi, farklı dönemlerden kalma sürprizlerle doluydu.
Aksaray’ın Eğik Güzeli: Eğri Minare
İtalya’nın Pisa Kulesi’ne benzetilen Eğri Minare, 13. yüzyıl Selçuklu mimarisinin incilerinden biri. Kırmızı tuğlaları ve üst kısmındaki mavi-yeşil çini mozaikleriyle gerçekten göz alıcı. Minarenin üç farklı eğimle yükselmesi, ustasının bunu bilinçli olarak yaptığına dair farklı görüşleri beraberinde getiriyor. Civarda oturan emekli bir vatandaşın rüyasında minarenin evinin üzerine yıkıldığını görmesi üzerine takılan çelik halatlar ise, bu tarihi yapının hikayesine ilginç bir detay katmış. Uzmanlar “yüzlerce yıldır aynı eğimde duruyor” dese de, bu hikaye minareye ayrı bir ruh katmış.
Köprü Evler ve Zamanda Yolculuk
Eğri Minare’nin arkasındaki akarsu boyunca yürürken, geniş sokaklar, şık eski yeni binalar ve Selçuklu döneminden kalma zarif taş köprü beni adeta geçmişe götürdü. Köprüden karşıya geçerken iki yandan süzülen manzara, fotoğraf tutkunları için eşsiz kareler sunuyordu. Burası, Aksaray’ın hem modern hem de tarihi yüzünü aynı anda sunduğu özel bir noktaydı.
Sırları Olan Hamam: II. Kılıçaslan Hamamı
Şehrin merkezindeki bir diğer tarihi durak, II. Kılıçaslan tarafından yaptırılan Hamam’dı. Restorasyon çalışmaları devam etse de, bu hamamın alttan ısıtma sistemi olan ‘cehennemlik’ adı verilen bölümü, dönemin mühendislik harikasını gözler önüne seriyor. Restorasyon tamamlandığında müzik okulu ve konser salonu olarak hizmet verecek olması, bu tarihi yapının geleceğe nasıl adapte olduğunun güzel bir örneği.
Dantel Gibi İşlenmiş Ulu Cami
Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Ulu Cami, ya da bilinen diğer adıyla Karamanoğlu Mehmet Bey Camii, 1408-1409 yıllarında inşa edilmiş. Düzgün kesme taşlarla yapılmış bu camiye, dantel gibi işlenmiş taç kapıdan girmek bile başlı başına bir deneyimdi.
İçerideki on iki ayak ve onları birbirine bağlayan kemerler, mekana derinlik katıyordu. Ancak caminin en eşsiz detayı, abanoz ağacından yapılmış minberiydi. Dönemin ünlü ustası Nüştekin’ül Cemali tarafından yapılmış bu minber, ahşap işçiliği, sedef kakmacılığı ve yazının en ince detaylarını bir araya getiriyordu. Üzerindeki Kuran ayetleri ve Selçuklu Sultanlarına methiyeler, beni bu sanat harikasının karşısında adeta dondurdu.
Avrupa Esintisi: Şehir Meydanı
Aksaray’ın en şaşırtıcı yerlerinden biri de şüphesiz şehir meydanıydı. 1927’de yapımına başlanan ve 1929’da tamamlanan bu Barok tarzı binalar, bir Alman mimarın elinden çıkmış. Ortadaki heybetli Valilik binası, yanındaki Defterdarlık ve Jandarma Komutanlığı… Geniş meydanda uçuşan güvercinlerle birlikte, kendimi Anadolu’nun ortasında, adeta bir Avrupa şehrinde hissettim. Aksaray’ın 1920-1933 yılları arasında ilçe yapılıp 1989’da yeniden il statüsü kazanması gibi inişli çıkışlı idari geçmişi, bu meydandaki binaların restore edilerek tekrar işlev kazanmasıyla taçlanmış.
Hem Huzur Hem de Ürperti: Zinciriye Medresesi
Karamanoğulları’ndan Yahşi Bey tarafından 1336’da yaptırılan Zinciriye Medresesi, dış duvarlarıyla adeta bir kale gibiydi. Oymalı büyük taç kapısından içeri girdiğimde, üstü açık avlusu ve kenarlardaki odalarıyla beni karşıladı. Taş duvarların içinde bir yandan huzur bulsam da, bir yandan da üstü açık olmasına rağmen ürkütücü bir kapalılık hissi verdi bana. Belki de bu his, medresenin tarihinde iz bırakan bir hapishane olarak kullanıldığı ve eyvan kısmında idam cezalarının infaz edildiği bilgisinden kaynaklanıyordu. Günümüzde ise restore edilerek sosyal ve kültürel etkinliklere ev sahipliği yapması, bu tarihi yapının farklı yüzlerini göstermesi açısından anlamlı.
Geçmişten Geleceğe Sanayi Mirası: Azm-i Milli Un Fabrikası
Aksaray’daki gezimin bir başka sürpriz durağı, Azm-i Milli Sanayi ve Bilim Müzesi olarak restore edilen eski un fabrikasıydı. Cumhuriyetin ilk sanayi hamlelerinden biri olan bu fabrika, sadece un üretmekle kalmamış, yanına kurulan hidroelektrik santraliyle şehrin elektriğini de sağlamış. Düşünsenize, 1920’lerde, ülke henüz yeni yeni kurulurken, bu vizyoner adımlar atılmış!
Alman bir mimar tarafından tasarlanan, Almanya’dan getirilen makinelerle donatılmış bu fabrika, 2001 yılına kadar faaliyet göstermiş. İçeride gezerken, burnuma gelen hafif un kokusuyla birlikte buram buram tarih kokusu da sinmişti havaya. Eski kart basma makineleri, devasa değirmenler… Her bir köşesi, o dönemin azmini, inancını ve kararlılığını fısıldıyordu. Buradan çıktığımda, sebebini tam olarak anlamadan burnumun direği sızladı. Bu, belki de ülkenin zor zamanlardaki mücadelesine duyduğum saygı ve hayranlıktan kaynaklanıyordu.
Heybetli Bir Veda: Hasan Dağı ve Nora Antik Kenti
Yoğun ve duygusal bir gezi gününün sonunda, akşamüstü volkanik Hasan Dağı’nın heybetli ve sakin görüntüsü eşliğinde Helvadere Kasabası’na doğru yol aldım. Dağcılık tutkunlarının gözdesi olan bu dağ, aynı zamanda Nora Roma Yerleşkesi’nin kazılarına da ev sahipliği yapıyor.
Antik kente ulaşmak için yaklaşık bir buçuk kilometre dağ yolu tırmanmak gerekiyor. Bu dik ve zorlu güzergahı göze alamazsanız bile, tepede oturup Helvadere manzarasını seyretmek başlı başına bir keyif. Doğu Roma’nın askeri garnizonu olarak kullanılan Nora’nın kalıntı duvarlarını, kilise ve ev kalıntılarını Hasan Dağı’nın görkemli fonunda görmek, bana tarihin doğayla nasıl iç içe geçtiğini bir kez daha hatırlattı.
Günün sonunda, Helvadere Göleti kenarındaki balık restoranlarından birinde yediğim taptaze balık eşliğinde güneş nazlı nazlı batarken, Aksaray’a veda ettim. Bu şehir, Anadolu’nun ortasında bir Avrupa şehri gibi hissettiren meydanıyla, binlerce yıllık geçmişiyle ve her köşesinden fışkıran hikayeleriyle beni derinden etkiledi. Belki de Somuncu Baba’nın dualarını almış bu şehir, uzun yıllar göç verse de, her zaman birikimlerini geri döndürmüş ve kendini yeniden inşa etmiş. Gördüğünüzde Orta Anadolu’da olduğunuza inanamayacak, şaşıracak ve tıpkı benim gibi çok beğeneceksiniz. Aksaray’ı keşfetmek için daha ne bekliyorsunuz?
