1. Anasayfa
  2. Keşfet

Lübnan Gezi Rehberi: Binlerce Yıllık Sırlarla Dolu Bir Akdeniz Masalı

Lübnan Gezi Rehberi: Binlerce Yıllık Sırlarla Dolu Bir Akdeniz Masalı
Lübnan Gezi Rehberi: Binlerce Yıllık Sırlarla Dolu Bir Akdeniz Masalı
0

Ah, Lübnan… Güzelin belalısı çok olurmuş derler ya, bu kadim topraklar için tam da öyle. M.Ö. 7000’lerden beri aralıksız yerleşim yeri olan, farklı medeniyetlerin katman katman izlerini taşıyan, Doğu Akdeniz’in küçük ama bir o kadar da büyük ruhlu ülkesi. Çölü olmayan bir Ortadoğu ülkesi, yani develer yerine palmiye ağaçları bekliyor sizi! Yazarlar Amin Maalouf ve Halil Cibran’ın, eşsiz ses Fairuz’un memleketi burası. Benim için Lübnan gezi rehberi sadece bir liste değil, ruha dokunan bir deneyim demek.

Lübnan’a Doğru Yola Çıkmadan Önce: Ruhunuzu Hazırlayın!

Bu gizemli yolculuğa çıkmadan önce kendinizi atmosfere bırakın derim. Fairuz’un Beyrut şarkılarını dinlerken ruhunuzu, Amin Maalouf’un “Doğu’dan Uzakta” kitabını okuyarak zihninizi, Ziad Doueiri’nin “Batı Beyrut” filmini izleyerek de gözlerinizi bu eşsiz kültürel mozaike alıştırabilirsiniz.

Ceren’den Seyahat İpuçları: Para İşleri ve Askeri Bölgeler

  • Para Tuzağına Dikkat: Lübnan’da tüm alışverişlerinizde dolar kullanabiliyorsunuz, bu harika. Ancak para üstünü yerel para birimi olan Lübnan lirası olarak alma ihtimaliniz yüksek. Ardından tekrar dolar ödeyip yerel para ile para üstü almak, sizi iki kez çapraz kur makasına sokarak zarara uğratabilir. Küçük alışverişler için mümkünse hep bozuk dolar bulundurun ya da yerel para kullanıyorsanız, tek seferde harcamaya çalışın.
  • Fotoğraf Yasağına Uyun: Ülkede askeri kontrol noktaları, kuleler, garnizonlar ve askeri araç-gereçler gibi yerlerin fotoğrafını çekmek kesinlikle yasak. Güvenliğiniz ve sorun yaşamamak adına bu kurala harfiyen uymak çok önemli. Ben kapalı bir grupla Mayıs ayındaki gezimde bu kurala titizlikle uyarak hiçbir sorun yaşamadım.
  • Jeita Grotto İçin İnce Yağmurluk: Jeita Grotto gibi mağara sistemleri oldukça nemli ve yer yer damlamalar olabiliyor. İçerideki serinlik ve nemden etkilenmemek adına yanınıza ince bir yağmurluk veya su geçirmez bir hırka almanız konforunuzu artıracaktır.

Lübnan’ın Ruhunu Anlamak: Tarihi Bir Yolculuk

Lübnan'ın Ruhunu Anlamak: Tarihi Bir Yolculuk
Lübnan’ın Ruhunu Anlamak: Tarihi Bir Yolculuk

Güneyinde İsrail, doğusu ve kuzeyinde Suriye ile komşu olan Lübnan, bir Doğu Akdeniz incisi. Başkent Beyrut, Arapça, Fransızca ve Ermenice’nin konuşulduğu kozmopolit bir merkez. Halkın büyük çoğunluğu Arap kökenli olsa da, Ermeni nüfusu da önemli bir yer tutuyor. Dini çeşitliliği ise onu daha da ilginç kılıyor; Müslümanlar, Hristiyanlar ve Dürziler yan yana, bazen iç içe yaşıyor.

Lübnan’ın kayıtlı tarihi M.Ö. 3000-2500 yıllarında Fenikelilerle başlıyor. Ticaret ustası Fenikeliler, alfabeyi icat ederek dünyaya büyük bir miras bırakmışlar. Sonrasında Mısır, Asur, Babil, Pers, Makedonya, Roma, Arap devletleri, Selçuklu, Eyyubi, Haçlılar, Memlukler ve 400 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu bu topraklara hükmetmiş. Bu durum, Lübnan’ı adeta bir tarih katmanları müzesi haline getiriyor.

1. Dünya Savaşı sonrası Fransız mandasına giren Lübnan, 1943’te bağımsızlığını kazanmış. Ancak farklı dini ve etnik gruplar arasındaki dengesiz siyasi yapı ve dış dinamikler, 1975-1990 yılları arasında kanlı bir iç savaşa yol açmış. Bu savaşın izleri günümüzde hala bazı binaların üzerinde, sokaklarda hissediliyor. Ancak buna rağmen, Lübnan direnişin ve yeniden doğuşun simgesi olmayı başarmış.

Beyrut: Doğu’nun Kalbindeki Işıltı ve Yaralar

Beyrut, 1950-70 yılları arasında Ortadoğu’nun gözbebeği, adeta “Doğu’nun Paris’i” idi. Serbest ekonomisi, bankacılık sistemi ve hareketli gece hayatıyla Arap zenginlerinin finans ve eğlence merkeziydi. James Bond filmlerinin bile çekildiği bu sokaklarda, şık kadınlar ve smokinli erkekler dans eder, kumarhaneler ışıl ışıl yanardı. Ancak iç savaş, bu parlak şehri harabeye çevirmiş. Günümüzde ise Beyrut, yaralarını sarmış, modern binaların arasına serpiştirilmiş kurşun izli binalarıyla geçmişi unutmuyor, ama geleceğe umutla bakıyor.

Beyrut Gezilecek Yerler: İlk Durağımız Sembolleşmiş Noktalar

Beyrut’a adım attığım ilk gün, şehrin sembolü haline gelmiş Güvercin Kayaları ile başlıyorum. Dalgaların oya gibi işlediği bu doğal oluşumlar, etrafındaki kafelerle birlikte keyifli bir Akdeniz manzarası sunuyor. Rivayete göre gökyüzünden düşen bu kayalar, ne yazık ki bazen intihar girişimleri için de kullanılıyor olması içimi burkuyor.

Ardından, geçmişte şehri ikiye bölen yeşil hat üzerinde yer alan Beyrut Ulusal Müzesi‘ne yol alıyoruz. Bu modern ve şık müze, arkeolojik buluntular, heykeller ve lahitlerden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahip. İç savaşta müzenin nasıl tahrip edildiğini ve eserlerin korunması için üzerlerine beton döküldüğünü anlatan kısa filmi izlerken, insanlık tarihine yapılan bu saygısızlığa içim sızlıyor. Osman Hamdi Bey’in de burada arkeolojik kazılar yaptığını ve İskender Lahdi gibi önemli eserleri İstanbul’a getirdiğini öğrenmek, tarihin ne kadar iç içe geçtiğini bir kez daha gösteriyor.

Jeita Grotto: Yeraltının Büyüleyici Fısıltıları

Beyrut’a sadece 18 km uzaklıktaki Jeita Grotto, gerçekten de yeraltının büyülü bir krallığı. Aramice “Kükreyen Su” anlamına gelen ismiyle, alt ve üst olmak üzere iki muhteşem mağara sistemi sunuyor. Biletimizi alıp teleferikle üst mağaraya doğru yükselirken, yemyeşil doğa ayaklarımın altına seriliyor. Mağaraların içinde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, ancak inanın bana, hiçbir kamera bu muhteşemliği tam olarak yansıtamaz. Zaten içeri girdiğinizde, gözlerinizle yaşadığınız deneyim her şeyin önüne geçiyor.

Üst mağaranın keşfedilen 750 metrelik bölümünde, ışıklandırmanın ustalığıyla adeta bir sanat galerisine dönüşen kireçtaşı sarkıt ve dikitleri arasında yürüyoruz. Islak ve hafif kaygan tahta köprüler üzerinde ilerlerken, 8 metre 20 santim uzunluğundaki dünyanın en uzun sarkıtı karşısında nefesim kesiliyor. Gerçekten de sadece bu mağaraları görmek için bile Lübnan’a gidilir!

Alt mağaraya ise küçük bir botla geçiyoruz. Nehrin mavi, berrak suları üzerinde süzülürken, ışıklandırılmış mağaranın asimetrik tavanı ve etrafımızdaki dikitlerin oluşturduğu şekiller, beni başka bir evrene ışınlıyor. Kışın suların yükselmesiyle kapalı olan bu bölümü yaz aylarında deneyimleyebilmek büyük şans. Mağaralardan çıkan Köpek Nehri’nin kaya duvarlarındaki antik yazıtlar ise tarihin derinliklerinden gelen fısıltılar gibi…

Yeraltından sonra, Harissa Tepesi’ne çıkıyoruz. Jounieh Koyu’nun üzerinde, denizden 660 metre yükseklikte konumlanmış bu tepede, kollarını açmış dev bir Meryem Ana heykeli karşılıyor bizi. Lübnan’ın koruyucusu olduğuna inanılan bu heykelin altındaki şapelden ve kaidenin merdivenlerinden tırmanarak ulaştığım yerden, koyun ve Beyrut’un muhteşem şehir manzarası ayaklarımın altına seriliyor. Modern mimarisiyle dikkat çeken Maronit Katedrali de burada ziyaretçi akınına uğruyor. Tepeden teleferikle inerken arkamızda Lübnan dağları, önümüzde masmavi Akdeniz… Huzur bu olsa gerek.

Beyrut’un kalbine döndüğümüzde, Şehitler Meydanı (eski adıyla Hamidiye Meydanı) bizleri karşılıyor. Osmanlı’ya karşı isyanların başladığı bu meydan, 1943’te Lübnan Cumhuriyeti kurulunca şimdiki adını almış. Buradan yürüdüğümüzde, demir tellerle çevrili korunaklı yollardan geçerek Yıldız Meydanı’na ulaşıyoruz. Avrupa şehirlerini andıran şık mağazaların ve sarı taştan görkemli devlet binalarının arasında, Michel Abed tarafından hediye edilen Rolex saatli kule ve iki katedral yer alıyor. Benim için en etkileyici olanı ise meydanın her köşesinde gördüğüm çeşit çeşit güvercinlerdi. Kuzeyden meydana bağlanan “Al Omar Mosque Street” üzerinde yer alan, pagan tapınağından kiliseye, ardından camiye dönüştürülmüş Ömer Cami’ni (Al Omari Cami) ziyaret ediyorum. Kadınların camiye girebilmesi için girişteki pelerin benzeri giysileri giymek gerekiyor, bu da farklı bir kültürel deneyim sunuyor. Akşam otelimize dönerken, Beyrut’un canlı atmosferini yaşatan Hamra Caddesi’nden geçiyoruz. Şık mağazalar, kafeler ve restoranlarla dolu bu cadde, şehrin hareketli yüzünü gösteriyor.

Akdeniz Kıyılarında Tarihe Yolculuk: Sur ve Sayda

İkinci gün, güneye doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca Akdeniz bir yanımda, diğer yanımda rengarenk zakkum ve begonvillerle süslü liman şehirleri beliriyor. Osmanlı döneminden kalma, ticaret kervanlarının konakladığı sarı taştan hanlar, geçmişin ticaret ruhunu fısıldıyor.

İlk durağımız UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki Sur antik kenti (Tyre). M.Ö. 3000’li yıllara uzanan tarihiyle, Fenikeliler döneminde Akdeniz’in en önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Özellikle “Sur Firfiri” adı verilen, erguvan renkli pahalı bir boya maddesi sayesinde büyük ün kazanmış. Nabukadnezar’dan Büyük İskender’e kadar birçok imparatorluğun kuşatmasına tanıklık eden bu şehir, Tevrat’ta bile adı geçen kadim topraklardan. Hz. İsa’nın ve havarisi Aziz Pavlus’un da bu şehre ayak bastığına dair rivayetler, manevi bir derinlik katıyor Sur gezisine.

Sayda’nın Gizemli Nekropolleri ve Deniz Kalesi

Sur’dan sonra Sayda gezisi beni bekliyor. Sayda (Sidon), Lübnan’ın güneyinde yer alan, 200.000 nüfuslu bir Akdeniz şehri. Fenikelilerin kurduğu bu kent, M.Ö. 2000’li yıllardan beri varlığını sürdürüyor. El yapımı metal işleri, tekstil ürünleri, cam eşyalar ve koku üretimiyle dönemin önemli ticaret merkezlerinden biriymiş. Adı Tevrat’ta Kenan’ın oğlu olarak geçerken, günümüz Arapçasında “balıkçı” anlamına gelmesi de manidar.

Sayda’nın en çarpıcı yerlerinden biri ise antik nekropol alanı. 1855’te keşfedilen bu alanda, Fransız definecilerin yanı sıra, Müzeler Müdürü Osman Hamdi Bey de kazılar yapmış. Kendisinin çıkardığı İskender Lahdi, Tabnit Lahdi gibi birçok değerli lahit, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Roma mezarlığına girdiğimde, parke taşlı yollar ve sanatsal mezar taşları dikkatimi çekiyor. Romalıların ölülerin ağzına cennete götürecek kayıkçıya rüşvet olarak metal para koyması ve gözyaşı şişeleri bırakmaları, o dönemin inançlarını gözümde canlandırıyor. Kat kat yapılmış aile mezarlarında hala kemiklerin durduğunu görmek ise ürpertici. Bu nekropolün hemen yanında derme çatma evlerden oluşan Filistinlilerin yerleşim bölgesini görmek, bölgenin sosyo-politik gerçekliğini yüzüme çarpıyor.

Sayda’nın bir diğer önemli yapısı, anakaraya 80 metrelik bir yolla bağlı olan Deniz Kalesi. 13. yüzyılda Haçlılar tarafından inşa edilen bu kale, öncesinde Fenike Kralı’nın sarayı ve tapınağına ev sahipliği yapmış. Depremlerle yıkılan o yapıların taşları, şimdi kalenin duvarlarını oluşturuyor. Memluk kuşatmaları ve Osmanlı döneminde de restore edilerek kullanılan bu yapı, Sayda Limanı ve eski şehrin muhteşem panoramik manzarasını sunuyor. Deniz Kalesi, adeta 800 yıldır şehrin sessiz tanığı gibi…

Tarihi kalıntıların ardından, Sayda’nın dar sokaklarına dalıyoruz. Çarşıların o otantik kokusu, tatlıcıların vitrinlerini süsleyen rengarenk lezzetler beni büyülüyor. Özellikle Saf Sabun Müzesi’ne girdiğimde burnuma gelen zeytinyağı sabununun doğal kokusu, adeta bir arınma hissi veriyor. Ancak küçük bir kalıp sabun için beş dolar ödemek zorunda kalmak, biraz pahalı bulduğum bir deneyim oluyor.

Çuf Dağlarından Bekaa’nın Bereketli Topraklarına

Üçüncü gün, Çuf dağlarının kıvrımlı yollarında yolculuğumuz başlıyor. Bir zamanlar Lübnan’ın sembolü olan sedir ağaçlarıyla kaplı bu dağlar, şimdi daha çok makiliklerle örtülü. Virajlı yollardan Akdeniz’in o eşsiz mavisini izlemek, insana huzur veriyor.

Dağların arasında yer alan şirin bir Hristiyan köyü olan Deir El Qamar’da mola veriyoruz. Memlüklerden kalma bir kervansaray ve küçük ama ferah bir cami burada yan yana duruyor. Cami avlusunda oturup, termosumdan çayımı yudumlarken dağ havasını içime çekmek, günün en keyifli anlarından biri oluyor.

Hemen yakınında, 1620’de inşa edilen ve iki kez yanan Beit ed-Dine Sarayı yer alıyor. Vali Emir Beşir Şihap II tarafından 30 yılda yeniden inşa edilen bu saray, İtalyan ve Arap stillerinin muhteşem bir uyumu. Gotik kemerleri, oyma sedir ağacı tavanları, antika mobilyaları ve ince mozaikleriyle beni büyülüyor. Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı 1943’ten itibaren Başkanlık Yazlık İkametgahı olarak kullanılan bu saray, İsrail işgali sonrası “Halk Sarayı” adını almış. Geniş avluları, hoş çeşmeleri ve iyi korunmuş hamam kompleksiyle gezginlere açık temel alanları, geçmişin ihtişamını günümüze taşıyor.

Bekaa Vadisi’ne indiğimizde, denizden uzakta kurulmuş, Emeviler dönemine ait şehir planlamacılığının eşsiz bir örneği olan Anjar antik kenti kalıntıları karşımıza çıkıyor. Adını “kayadan çıkan su” anlamındaki Arapça kelimeden alan bu şehir, aslında hiçbir zaman tamamlanamamış. 1939’da tesadüfen keşfedilen ve kazılarla ortaya çıkan Anjar, simetrik şehir planlaması ve 40’tan fazla kulesiyle etkileyici bir görüntü sunuyor. Buradan çıkarken Ermeniler tarafından işletilen küçük dükkanlarda gümüş, ahşap ve sedef hediyelik eşyalara göz atıyorum.

Bekaa vadisinin başkenti, yaklaşık 50.000 nüfuslu Zahle, coğrafi konumu ve çekiciliğiyle “Bekaa’nın Gelini” olarak anılıyor. Aynı zamanda “şarap ve şiirin şehri” olarak bilinen Zahle, hoş iklimi, nehir kenarındaki restoranları ve kaliteli arak içkisiyle ünlü. Şehrin ortasından akan nehir, Avrupa kentlerini aratmayan binalar, dükkanlar ve pastaneler, buraya farklı bir hava katıyor. Tepedeki Meryem Ana heykeli ise şehri koruyor gibi görünüyor.

Baalbek: Roma’nın Muhteşem Mirası, Tanrıların Şehri

Ve nihayet Baalbek tapınakları… Beyrut’un 86 kilometre doğusunda, Bekaa Vadisi’nde yer alan bu müze şehir, 1984’ten beri UNESCO koruması altında. Antik Ortadoğu’da Baal tanrısına tapanların merkezi olan Baalbek, Roma İmparatorluğu döneminde zirveye ulaşmış. Özellikle M.S. 2. yüzyılda Jüpiter, Baküs ve Venüs adına inşa edilen devasa tapınaklar, burayı bir hac merkezi haline getirmiş.

Baalbek’te karşıma çıkan harabeler arasında en büyüğü kuşkusuz Jüpiter Tapınağı. Bir zamanlar 84 granit sütunu olan bu devasa yapının bugün sadece 6 tanesi ayakta. İlginçtir ki, bu sütunlardan birinin Süleymaniye Camii’nin yapımında kullanıldığı rivayet ediliyor! Yanında yer alan Baküs Tapınağı ise çok daha iyi korunmuş durumda. 18 metre yüksekliğindeki 46 sütunuyla, giriş kapısının yüksekliği ve genişliğiyle beni kendine hayran bırakıyor. Venüs Tapınağı ise hala onarımda olsa da, ihtişamını koruyor.

Roma kalıntılarının ardından, Altın Kubbeli Cami’ye giriyoruz. Baş örtüsüz içeri girilemeyen ve fotoğraf çekmenin yasak olduğu bu etkileyici cami, İran mimarisinin ve etkisinin izlerini taşıyor. Temiz ve huzurlu iç mekanı, dualarımla dolduruyorum.

Kuzey’in Kapısı: Trablusşam (Tripoli)

Lübnan’ın en kuzeydoğu noktasındaki Trablusşam, Sünni Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu, ancak Hristiyan ve Arap Alevilerin de yaşadığı bir şehir. Osmanlı döneminde Kuzey Afrika’daki Trablusgarb’dan ayırt etmek için Trablusşam olarak adlandırılmış.

Trablusşam Kalesi, 1289’da yanmış, ardından Emir Esendemir Kurgi tarafından yeniden inşa edilmiş. Osmanlı döneminde, özellikle Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrasının bulunduğu devasa giriş duvarıyla yenilenmiş. Kaleye çıktığımda şehrin panoramik görüntüsü ve deniz manzarası beni büyülüyor. Ancak kalenin birçok noktasındaki askerler ve savaş gereçleri, bölgenin hala süren gerilimli atmosferini hatırlatıyor ve fotoğraf çekme yasağına titizlikle uymak gerektiğini bir kez daha anlıyorum.

Kaleden inerken, Lübnan’ın diğer şehirlerinden daha bakımsız, eski ve köhne binalar dikkatimi çekiyor. Ortadoğu’da seyahat ederken sürprizlere hazır olmak gerektiğini bir kez daha anlıyorum. Osmanlı döneminde askerlerimizin konakladığı Asker Han’a uğruyoruz, ancak kapıdan içeri girmemize dahi izin verilmiyor, bu durum içimde bir burukluk yaratıyor. Ardından, rengarenk ve mis kokulu sabunlarıyla ünlü Sabun Han’a geçiyoruz. Ortadaki tahta sedirlerde oturup, lavaş görünümlü kankan simitlerden bol sumakla yiyerek enerji topluyoruz. Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahta çıkışının 30. yılını kutlamak için 1906’da inşa edilen Osmanlı Saat Kulesi’ni görüp, meşhur tatlıları tatmak için lüks bir mekana oturuyoruz. Gaziantep ve Antakya tatlılarına benzer lezzetler sunulsa da, hepimiz kendi ülkemizde daha lezzetli yapıldığını fısıldayarak hesabı ödüyoruz.

Şehrin ortasındaki Ulu Cami, bir kiliseden dönüştürülmüş. Merkezi avlusu, revakları ve çeşmesiyle geleneksel bir düzene sahip. İçeri girerken başımı örtmem gerekiyor, bu da kültürel deneyimin bir parçası.

Biblos: Tarihin Fısıldadığı Bir Akdeniz İncisi

Lübnan gezimin son durağı, Akdeniz’in en gözde noktalarından biri: Biblos antik kenti. Antik limanı, Fenike, Roma ve Haçlı kalıntıları, kumsalları ve çevresindeki dağlarıyla burası tam bir turizm cenneti. 60’lı ve 70’li yıllarda Marlon Brando ve Frank Sinatra gibi isimlerin düzenli ziyaret ettiği bu şehir, balık lokantaları, açık hava barları ve kafeleriyle ünlü.

Biblos, M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolündeyken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkentiymiş. Ama en önemlisi, bugünkü modern Latin alfabesinin temelini oluşturan ilk lineer alfabeyi bulanlar Bibloslular olmuş! M.Ö. 2000’lerde piramitlerin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır’a satarak ticarete başlamaları, onları Akdeniz’in en önemli kentlerinden biri haline getirmiş.

Liman yakınındaki arkeolojik sit alanı içinde, yerli kesme taşlar ve Roma kalıntılarından yapılmış bir Haçlı Kalesi yer alıyor. Fenike döneminden günümüze kadar ünlülerin balmumu heykellerinin sergilendiği Balmumu Müzesi (Wax Museum) ise Biblos’un ilginç mekanlarından biri. Eglise St. Jean Marc Maronite Kilisesi’nin çok temiz ve şık bahçesi, dev bir çarmıhta İsa heykeliyle beni karşılıyor. Bahçenin arka avlusu ise adeta bir açık hava sanat galerisi gibi. Kilise içi ve bahçesi yüzlerce gül ve beyaz çiçekle süslenmişti, anlaşılan bir düğün törenine hazırlanıyorlardı.

Gezilecek yerleri tamamladıktan sonra, arkeolojik alanın girişine yakın bulunan tarihi mahalle ve çarşıları geziyorum. Eski sokaklardaki dükkanlar, birbirinden güzel hediyelik eşyalarla beni cezbetmeye çalışıyor.

“Lübnan Gezi Rehberi: Binlerce Yıllık Sırlarla Dolu Bir Akdeniz Masalı” gibi diğer içeriklerimiz için keşfet kategorimize göz atabilirsiniz.

Veda ve Bir Davet: Lübnan’ın Çağrısı

Yorulmuş ama bir o kadar da etkilenmiş olarak döndük ülkemize. Lübnan gezisi, gördüğüm tarih ve kültürel eserlerle, yakın geçmişte ecdadımızın yönettiği ve dedelerimizin şehit olduğu toprakları görmekten kaynaklanan hüzünle, şaşkınlıkla dolu bir yolculuktu. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Yol Düşüncesi” şiirindeki o derin duyguları, bu topraklarda gezerken daha iyi anladığımı hissettim. Medeniyetlerin izlerini, savaşın yaralarını ve yeniden dirilişin umudunu bir arada görmek, insanı bambaşka düşüncelere sürüklüyor.

Ancak tüm bu karmaşanın ve tarihin ötesinde, Lübnan asıllı ABD’li filozof Halil Cibran’ın dizelerinde buldum hislerimi:

“Ve arkadaşlığın hoşluğunda,
Kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun.
Çünkü küçük şeylerin şebneminde,
Yürek sabahını bulur ve tazelenir.”

Lübnan, küçük şeylerin şebneminde yüreğini tazeleyeceğiniz, kahkahalarla dolu anılar biriktireceğiniz, ama aynı zamanda tarihin derinliklerinde kaybolacağınız bir coğrafya. Sizi de bu eşsiz kültürel keşif ve macera dolu yolculuğa davet ediyorum. Yorumlarda bana Lübnan hakkındaki düşüncelerinizi veya gezdiğiniz diğer Ortadoğu ülkelerindeki deneyimlerinizi yazmayı unutmayın!

İlginizi çekebilir:

Floransa Gezi Rehberi: Sanatın Kalbinde Rönesans Rüyası ve Kişisel İpuçlarım

Lucca Gezi Rehberi: Toskana’nın Surlar İçindeki Saklı Orta Çağ Cenneti

Pisa Gezi Rehberi: Eğik Kule’den Çok Daha Fazlası! Mucizeler Meydanı’nın Büyüsü

Merhaba! Ben Ceren Gezgin, dünyayı gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi seven biriyim.Soy adım gibi gerçekten gezginim. Çocukluğumdan beri gezmeyi ve keşfetmeyi çok seviyorum. İlk kez 18 yaşında yurt dışına çıktım ve o günden beri farklı ülkeleri gezmeye devam ediyorum.Gezdiğim yerler arasında Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'dan ülkeler var. Gezdiğim yerleri ziyaret ederken sadece turistik yerleri değil, yerel hayatı da deneyimlemeye çalışıyorum. Yerel halkla tanışıyor, onların kültürlerini ve yaşam tarzlarını öğreniyorum.Gezilerimi ve deneyimlerimi fiyatinedir.net sitesinde paylaşıyorum. Sitede ülke rehberi, şehir rehberi, gezilecek yerler, konaklama, ulaşım ve yeme-içme gibi konularda bilgiler bulabilirsiniz.Dünyayı benimle tanımanızı çok isterim. Farklı kültürleri, farklı yaşam tarzlarını ve farklı güzellikleri keşfetmenize yardımcı olmak istiyorum.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir