1. Anasayfa
  2. Keşfet

Potsdam Gezi Rehberi: Berlin’in Yanı Başındaki Saklı Cenneti Keşfet!

Potsdam Gezi Rehberi: Berlin’in Yanı Başındaki Saklı Cenneti Keşfet!
Potsdam Gezi Rehberi: Berlin'in Yanı Başındaki Saklı Cenneti Keşfet!
0

Merhaba gezgin dostlar! Bugün sizi Berlin’in gürültüsünden sadece birkaç tren durağı uzaklıktaki, yemyeşil, masalsı bir dünyaya davet ediyorum: Potsdam! Almanya’nın Brandenburg Eyaleti’nin başkenti olan bu şehir, sadece göz alıcı parkları ve tarihi yerleriyle değil, aynı zamanda ruhunuza işleyen huzurlu atmosferiyle de UNESCO Dünya Kültür Mirasları Listesi’nde özel bir yere sahip. Benim için Potsdam, adeta zamanın yavaşladığı, her köşesinde bir hikaye fısıldayan bir rüyaydı.

Onuncu yüzyıla uzanan köklü bir geçmişe sahip Potsdam, Hohenzollern ailesinin ve özellikle Büyük Frederick’in kararlarıyla parlamaya başlamış. Prusya İmparatorluğu‘nun bu güçlü hanedanı, 18. yüzyılda Frederick’in “tasasız” bir dinlenme yeri arayışıyla Sanssouci Sarayı‘nı burada inşa ettirmesiyle şehre bambaşka bir kimlik kazandırmış. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1945’teki kritik Potsdam Konferansı‘na ev sahipliği yapması da adını dünyaya duyuran önemli dönüm noktalarından biri.

Yaklaşık 20 göl ve sayısız su kaynağıyla sulak bir cennet olan Potsdam, doğanın ve mimarinin mükemmel bir uyum içinde dans ettiği, göz alıcı güzellikte bir şehir. Burası aynı zamanda ziyaret edebileceğiniz birçok gezilecek yere ev sahipliği yapıyor. Benimle birlikte bu eşsiz Almanya seyahat durağına, huzurun ve keşiflerin peşine düşmeye var mısınız?

Potsdam’a Nasıl Gidilir? Berlin’den Huzura Kısa Bir Yolculuk!

Berlin’den Potsdam‘a ulaşım, inanın bana, düşündüğünüzden çok daha kolay ve keyifli. Sanki Berlin’in biraz uzağındaki şirin bir mahallesine gidiyormuş gibi hissedeceksiniz. Ben de bu nedenle, sabahın erken saatlerinde kendimi tren garında buldum.

Potsdam gezi rehberimin ilk pratik bilgisi: Şehrin merkezine varmak için S7 şehir içi tren hattını ya da daha hızlı olan bölgesel tren RE1‘i kullanabilirsiniz. Trenler gün içinde o kadar sık ki, hiç beklemeden ilk gelene atlayıp yola çıktım. Eğer benim gibi Sanssouci Sarayı ve parkını önceliklendirecekseniz, RE1 ile Potsdam Merkez Tren İstasyonu’ndan sonraki ilk durakta inip yaklaşık 10 dakikalık bir yürüyüşle doğrudan parkın girişine ulaşabilirsiniz. Bu da benim gibi zamana karşı yarışan gezginler için harika bir detay!

Ceren’den Gezi İpuçları: Ulaşım ve Zaman Yönetimi

  • ABC Bileti Hayat Kurtarır: Berlin’den Potsdam‘a gidip gelmek için mutlaka daha kapsamlı olan ABC bölgesel biletini edinmenizi tavsiye ederim. Eğer benim gibi Berlin Welcome Card gibi bir kartınız varsa, ABC kapsamlı olup olmadığını kontrol edin; ekstradan bilet almanıza gerek kalmaz. Bu, hem bütçeniz hem de rahatlığınız için önemli!
  • Saray Biletleri İçin Erken Davranın: Sanssouci Sarayı‘nın içine girmeyi planlıyorsanız, biletlerinizi mutlaka internetten önceden almanızı şiddetle öneririm. Küçük gruplar halinde ve belirli saatlerde alım yapıldığı için, benim gibi kapıdan dönmek zorunda kalmayın. Parkı gezerken araya iki saatlik bekleme süresi koymak, sıkışık bir gezi planı için zorlayıcı olabilir.
  • Rota Belirleyin, Kaybolun: Potsdam‘ın yemyeşil parkları ve birbirine yakın gibi duran tarihi yerleri arasında kaybolmak çok keyifli olsa da, görmek istediğiniz ana noktaları belirleyip kabaca bir rota çizmeniz zamanı daha verimli kullanmanızı sağlar. Özellikle Sanssouci Parkı devasa büyüklükte; her yeri görmek için tam bir gün ayırmanız gerekebilir.

Tarihi Dokunun İzinde: Şehir Merkezinden Sanssouci’ye Bir Yolculuk

Potsdam Merkez İstasyonu’nda indikten sonra, kendimi şehrin tarihi kalbine taşıyacak bir otobüse atladım. İndiğimde beni şirin bir çarşı ve heybetli bir kilise karşıladı. İçimdeki keşif ruhuyla Sanssouci tabelalarını takip etmeye başladım. Yol boyunca sağlı sollu uzanan muhteşem evler ve özenle düzenlenmiş bahçeler, daha ilk adımdan itibaren Potsdam‘ın ne kadar özel bir yer olduğunu hissettirdi.

Yürüyüşüm sırasında uzaktan masalsı bir görüntüye sahip Nauener Tor‘u fark ettim. Potsdam‘ın günümüze ulaşabilmiş üç tarihi kapısından biri olan bu yapı, 1755 yılında inşa edilmiş ve Kıta Avrupası’nda İngiliz gotik mimarisinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiş. Gözümde canlanan sahnelerde, zamanında askerlerin, tüccarların ve sanatçıların bu kapıdan geçişini hayal ettim. Günümüzde ise etrafındaki hareketli kafeler ve restoranlarla adeta bir buluşma noktası haline gelmiş.

Kapıya doğru yaklaşırken sağ tarafımda ansızın bambaşka bir dünya belirdi: Dutch Quarter (Hollandisches Viertel)! Kırmızı tuğlalı, birbirine benzeyen tam 69 Hollanda evinden oluşan bu bölge, sanki Amsterdam’ın bir köşesinden fırlamış gibiydi. Burası, Avrupa’daki en büyük Hollanda Mahallesi tarzı ev koleksiyonu olma özelliğini taşıyor. Garnizon kasabasını genişletmek isteyen Kral Frederick I, yetenekli ustalar ararken şans eseri komşu Hollanda’dan ustalar bulmuş. Bu ustalar da kendilerini evlerinde hissetmek için buraya kendi memleketlerinin mimarisine uygun evler inşa etmişler. Bu kadar ince düşünülmüş bir detayın hala ayakta olması beni çok etkiledi. Biraz ileride, şehrin mimarisine hayran kalarak, tarihi Rathaus Potsdam‘ın (Belediye Binası) içine dalmaktan kendimi alamadım.

Yoluma devam ederken, tabelaları takip ederek sakin bir sokakta ilerledim ve karşımda büyüleyici Rus stilindeki ahşap evleri gördüm: Alexandrowka (The Russian Colony)! Burası, Prusya Kralı Frederick III ile Rus Çarı Alexander arasındaki yakın dostluğun anıtı olarak 1826-1827 yıllarında inşa edilmiş. On üç adet Rus tarzı ahşap evin bulunduğu bu bölge, Peter Joseph Lenné tarafından özenle tasarlanmış yeşil alanlarıyla adeta Rus müzisyenler için özel bir atmosfere sahip. Bu özel bölge de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi‘nde yer alıyor. Birleşme sonrası aslına uygun olarak restore edilen bu evlerin hikayesi, bana hem dostluğu hem de kültürel mirasa verilen değeri anlattı. Burada kendimi sanki bir masal diyarında hissettim, tarihin farklı coğrafyaları nasıl da birleştirebildiğini bir kez daha gördüm.

Sanssouci Sarayı ve Büyülü Parkı: Bir Kralın “Tasasız” Dünyası

Parkın girişini bulmak için epey bir yürüdükten sonra kendimi Sanssouci Sarayı‘nın arkasında buldum. İlk başta nerede olduğumu anlamakta zorlansam da, ön tarafa yöneldiğimde sarayın o muhteşem görüntüsüyle adeta büyülendim! Büyük Frederick, 18. yüzyılda hızla gelişen Prusya’nın tacını taşımasına rağmen mütevazılığını vurgulamak için “Taç sadece yağmuru geçiren bir şapkadan ibarettir,” dercesine sade bir yaşam sürmeyi arzulamış. Bu arzusuyla, Potsdam sırtlarında erik ve incir yetiştirmek, şarap üretmek istemiş. 1744’te bu amaçla teraslı bir bahçe yaptırdıktan bir yıl sonra, manzaranın güzelliğine dayanamayıp bu terasın üzerine bir yazlık saray inşa ettirme kararı almış.

“Sans souci” yani “tasasız” adını taşıyan bu saray, Frederick’in favori mekanı olmuş. Öyle ki, vaktinin çoğunu burada, hatta köpekleriyle yalnız kalarak geçirmiş. Rokoko stilinde inşa edilen ve 10 odadan oluşan sarayın iç dizaynında Frederick’in etkisi o kadar belirginmiş ki, bu stile “Frederician Rococo” denilmiş.

Biz maalesef sarayın içine giremedik çünkü biletlerimizi önceden almamıştık ve bekleyen uzun bir sıra vardı. Bu nedenle size şiddetle tavsiyem: Sarayı gezmeyi düşünüyorsanız, biletlerinizi mutlaka erkenden ve online olarak alın! Ama sarayın dışında kalan koca bir dünya, yani Sanssouci Parkı, başlı başına bir şaheserdi!

Parkın Keşfedilmeyi Bekleyen Köşeleri: Değirmenler, Saraylar ve Çin Rüyası

Frederick döneminde barok tarzda yapılan park, daha sonraki hanedanlar tarafından İtalyan unsurlarla zenginleştirilmiş. Günümüzde ise peyzajı muhteşem bir şekilde korunmuş, her yer pırıl pırıl parlıyordu. Sarayın önünden kuş bakışı bahçeye bakmak, insana inanılmaz bir keyif veriyor. Versay Sarayı’ndan esinlenerek yapılan çeşme ve etrafındaki heykeller de göz alıcı detaylar arasında yer alıyor.

Sarayın sağ tarafında yer alan Historische Mühle‘ye (Tarihi Değirmen) doğru yürüdük. Yolun kenarındaki nostaljik kıyafetli müzisyenler, adeta başka bir zamana ışınlanmamı sağladı. Bu değirmenle ilgili duyduğum o meşhur efsane aklıma geldi: Büyük Frederick’in, değirmen kanatlarının sesinden rahatsız olup değirmenciden yeri almak istemesi ve değirmencinin “Majesteleri, şüphesiz ki bunu yapabilirdiniz eğer Berlin’de hakimler olmasaydı!” sözü… Adaletin gücünü hatırlatan bu hikaye, değirmene daha bir anlam kattı.

Parktaki yürüyüşümüz boyunca birbirinden etkileyici yapılarla karşılaştık. Tropik bitkilerin kış aylarında korunduğu, sonraları ise konuk ağırlama amaçlı kullanılan rokoko tarzındaki Orangery (Neue Kammern) bunlardan biriydi. Ardından, Yedi Yıl Savaşları’nın ardından Prusya‘nın gücünü ve zaferini simgelemek amacıyla inşa edilen heybetli Neues Palais‘ye (Yeni Saray) ulaştık. Barok dönemin kapanışını da simgeleyen bu saray, 200’den fazla odası, balo salonları ve hatta bir tiyatrosuyla Frederick’in misafirlerini ağırladığı ana mekanmış. Şu an bir kısmı Potsdam Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’ne ev sahipliği yapsa da, ihtişamını koruyor.

Bir sonraki durağımız, Kral III. Frederick William’ın oğluna Noel hediyesi olarak verdiği, Roma tarzı ve mavi-beyaz temalı sade ama şık Charlottenhof Palace oldu. Sezar’ın çadırından esinlenilmiş bir odaya sahip olmasıyla da beni oldukça etkiledi. Yürürken karşımıza çıkan Roma Hamamları (Roman Baths) ise Kral IV. Frederick William’ın İtalyan sanatına olan sevgisinin bir yansımasıydı.

Ve tabii ki, parkın incisi: The Chinese House (Çin Evi)! Yonca şeklinde, altın kaplama Çin figürleriyle süslenmiş bu köşk, Çin mimarisi ile rokoko tarzının harmanlandığı parlayan bir mücevher gibiydi. Dışındaki yemek yiyen, müzik yapan figürlerden içindeki maymun ve Buda heykellerine kadar her detayda zarafet ve egzotizm bir aradaydı. Parkın içinde yer alan yapay gölün etrafında yerleştirilmiş bu eserler, her biri ayrı bir hikaye anlatan tablolar gibiydi. Son olarak, arayarak bulduğumuz Barış Kilisesi (Church of Peace) beni derinden etkiledi. Potsdam‘ın ilk Protestan kilisesi olan bu yapı, Roma’daki San Clemente Kilisesi’nden esinlenmiş. İçindeki sessizlik, 13. yüzyıl Venedik mozaikleri ve Frederick ile eşinin mezarlarıyla, huzur dolu bir ibadet ve anma yeriydi.

Potsdam’ın Kalbi: Brandenburg Caddesi ve Canlı Ruhu

Park gezimizi tamamladıktan sonra kendimi Potsdam‘ın en işlek ve popüler caddesi olan Brandenburg Caddesi‘ne attım. Ortalık cıvıl cıvıl, insanlarla dolu ve etraf o kadar sevimli görünüyordu ki, bir an önce bu enerjinin içine dalmak istedim.

Doğal olarak yolumun üzerinde Küçük Brandenburg Kapısı‘nı (Brandenburg Gate) gördüm. Bu kapı da pek çok tarihi yerler gibi Büyük Frederick tarafından yaptırılmış. Yedi Yıl Savaşları’nın zaferini göstermek amacıyla, daha önceki basit bir kapının yerine Roma’daki Konstantin Takı örnek alınarak görkemli bir zafer takı olarak inşa edilmiş. İki farklı mimar tarafından inşa edilen iki farklı tarafı olması, bu kapıyı daha da özel kılıyor. Potsdam‘da tarihte beş kapı bulunsa da, sadece üçü günümüze ulaşabilmiş; biz bu gezide Nauener Tor ile birlikte ikisini görme şansı bulduk.

Brandenburg Caddesi boyunca yürümeye devam ederken, yolun sonunda zarif bir şekilde yükselen St. Peter ve Paul Kilisesi dikkatimi çekti. Sarı tuğlalı bu kilisenin en belirgin özelliği, 60 metre yüksekliğindeki İtalyan stili çan kulesiydi. 1867-1870 yılları arasında Bizans ve Roma stili harmanlanarak inşa edilen bu yapı, Potsdam‘ın ilk Katolik kilisesi olarak biliniyor. İçine giremesek de, dışarıdan bile büyüleyici bir atmosfere sahipti.

Bu kadar güzelliği bir arada görmek gerçekten muhteşemdi. Her ne kadar kral mezarları, Dragon House, Picture Gallery, ünlü Potsdam Konferansı‘nın yapıldığı Cecilienhof Palace gibi diğer harikaları gezemesek de, gördüğüm her yer ruhumu doyurdu.

Son Söz:

Potsdam‘ı zihnime “dertsiz, tasasız, huzurlu insanların yaşadığı bir şehir” olarak kaydettim. Hani bazı şehirler vardır, insanı sarıp sarmalar, kucaklar ya… İşte Potsdam tam da öyle bir yer! Gidin, gezin, keşfedin ve o huzurlu atmosferin tadını çıkarın. Eminim ki siz de en az benim kadar seveceksiniz. Sizin Potsdam deneyimleriniz ya da gitmek istediğiniz başka yerler var mı? Yorumlarda benimle paylaşmayı unutmayın!

Merhaba! Ben Ceren Gezgin, dünyayı gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi seven biriyim.Soy adım gibi gerçekten gezginim. Çocukluğumdan beri gezmeyi ve keşfetmeyi çok seviyorum. İlk kez 18 yaşında yurt dışına çıktım ve o günden beri farklı ülkeleri gezmeye devam ediyorum.Gezdiğim yerler arasında Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'dan ülkeler var. Gezdiğim yerleri ziyaret ederken sadece turistik yerleri değil, yerel hayatı da deneyimlemeye çalışıyorum. Yerel halkla tanışıyor, onların kültürlerini ve yaşam tarzlarını öğreniyorum.Gezilerimi ve deneyimlerimi fiyatinedir.net sitesinde paylaşıyorum. Sitede ülke rehberi, şehir rehberi, gezilecek yerler, konaklama, ulaşım ve yeme-içme gibi konularda bilgiler bulabilirsiniz.Dünyayı benimle tanımanızı çok isterim. Farklı kültürleri, farklı yaşam tarzlarını ve farklı güzellikleri keşfetmenize yardımcı olmak istiyorum.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir