1. Anasayfa
  2. Keşfet

Şanlıurfa Gezi Rehberi: Göbekli Tepe’den Balıklıgöl’e Zaman Tünelinde Bir Yolculuk

Şanlıurfa Gezi Rehberi: Göbekli Tepe’den Balıklıgöl’e Zaman Tünelinde Bir Yolculuk
0

Şanlıurfa Gezi Rehberi: Göbekli Tepe’den Balıklıgöl’e Zaman Tünelinde Bir Yolculuk

Her geziye çıkarken içimde bir heyecan dalgası yükselir ama bazı yerler var ki, daha yola çıkmadan ruhumu ele geçirir. İşte Şanlıurfa da o nadide şehirlerden biriydi benim için. Adına yakışır bir ihtişamla, Peygamberler Şehri sıfatını taşıyan, insanlık tarihinin en kadim sırlarını fısıldayan bir coğrafya burası. Binlerce yıl öncesinden günümüze uzanan bir zaman tünelinde, her köşesi ayrı bir hikaye anlatan Şanlıurfa‘yı deneyimlemek, benim için adeta kutsal bir görev gibiydi. Şimdi size o eşsiz yolculuğun kapılarını aralıyorum, profesyonel bir gezginin gözünden, samimi duygularıyla…

Şanlıurfa’ya İlk Adımlar: Kadim Bir Mirasın Başkenti

Güneydoğu Anadolu’nun kalbinde yer alan Şanlıurfa, devasa nüfusu ve kendine has coğrafyasıyla hemen dikkatimi çekti. Toroslar’ın eteklerinde, ovaya yayılan bu kadim şehir, yazları sıcak, kışları soğuk tipik kara iklimine sahip. Ancak onu benzersiz kılan, ikliminden çok daha fazlası. Topraklarının büyük bir kısmı fıstık ağaçlarıyla kaplı; ki kazılarda 7000 yıl öncesine ait fıstık fosillerinin bulunması, buranın ne denli köklü bir tarım geçmişine sahip olduğunu gösteriyor. GAP Projesi‘nin getirdiği değişimler ve Atatürk Barajı’nın suları altında kalan tarihi dokular, bu toprakların sürekli bir dönüşüm içinde olduğunun da bir göstergesi.

Şehrin ekonomisi büyük ölçüde tarım, turizm ve hayvancılığa dayanıyor. Ama asıl cazibesi, adeta bir açık hava müzesi olan tarihi ve kültürel zenginliği. Ben Şanlıurfa‘ya adım attığımda, bu derin tarihin her solukta hissedildiğini anladım. Rivayetler, efsaneler ve gerçekler burada iç içe geçmiş durumda.

Peygamberler Şehri Efsanesi: Urfa’nın Kalbi Neden Atıyor?

Urfa’ya ‘Peygamberler Şehri’ denmesinin ardındaki sır, beni en çok büyüleyen konulardan biriydi. Anlatılana göre, sadece Kur’an’da adı geçen 25 peygamberden sekizi – Hz. İbrahim, Hz. Eyyub, Hz. Elyesa, Hz. Şuayb, Hz. Nuh, Hz. Musa, Hz. Lut, Hz. Yakup – bu topraklarda yaşamış. Şehrin adının da Arami-Süryanice ‘Urhai’ veya ‘Orhay’dan, Helenlerin ‘Edessa’ ve ‘Kaliruha’sından, Arapların ‘Ruha’sından ve nihayet Osmanlı’nın ‘Urfa’sından gelip, 1984’te ‘Şanlıurfa’ya evrilmesi, adeta bir tarih kitabını her isimde yeniden okumak gibi.

Tarihin Derinliklerine Yolculuk: Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi

Diyarbakır üzerinden ulaştığım Şanlıurfa‘da ilk durağım, Türkiye’nin yüzölçümü açısından en büyüğü, eser zenginliği bakımından ise beşinci sıradaki Arkeoloji Müzesi oldu. 2015’te modern ve devasa yeni binasına taşınan bu müze, adeta bir zaman makinesi gibiydi. Kronolojik olarak düzenlenmiş 14 ana sergi salonu ve 33 canlandırma alanı, Paleolitik Dönem‘den başlayarak beni adım adım tarihin derinliklerine götürdü.

Özellikle Neolitik Dönem salonları, nefesimi kesti. Baraj inşaatları öncesi yapılan kurtarma kazılarında gün yüzüne çıkarılan Nevali Çori, Göbekli Tepe, Gürcü Tepe ve Akarçay Tepe gibi merkezlerden gelen eserler, avcı-toplayıcı toplulukların nasıl bir kültürel derinliğe sahip olduğunu gösteriyordu. Ve tabii ki, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e ait, insanlık tarihinin en eski gerçek boyutlu heykeli olan Balıklıgöl Heykeli… O siyah obsidyen gözler, 1.80’lik kireçtaşı beden, binlerce yıl öncesinden bana bakıyordu sanki. Müzede Göbekli Tepe‘nin etkileyici bir imitasyonunu görmek de, asıl ziyaretim öncesi harika bir ön izleme oldu.

Mozaiklerin Fısıltısı: Halepli Bahçe Mozaik Müzesi

Arkeoloji Müzesi’nden ayrılıp birkaç adım ötedeki Halepli Bahçe Mozaik Müzesi‘ne geçtiğimde, Şanlıurfa‘nın ‘mozaik şehri’ unvanını ne denli hak ettiğini bir kez daha anladım. Keşfedilen yüzden fazla mozaikten bazıları kaybolmuş ya da özel koleksiyonlarda olsa da, burada sergilenenler başlı başına bir sanat ziyafeti sunuyordu.

En çok etkilendiğim ise şüphesiz, Amazon Kraliçeleri‘nin isimleriyle birlikte mozaiklere işlendiği eşsiz Amazon Mozaiği’ydi. Dünyada bir başka örneği olmayan bu eser, Fırat Nehri taşlarının 4 milimetreye kadar küçültülerek nasıl bir incelikle kullanıldığını gösteriyordu. Penthesileia’dan Antiope’ye, Hippolyte’den Melanipe’ye, her bir kraliçenin av sahnesindeki duruşu, hayvanların korkusu ve akıp giden kanın detayı… Adeta bir ressamın tablosu gibiydi. 1998’de Dallas Müzesi’ne götürülen ve 2012’de ülkemize iade edilen Orpheus Mozaiği de, Antik Yunan mitolojisinin müziğin vahşi doğayı evcilleştiren gücünü nasıl anlattığını gözler önüne seriyordu.

İnancın ve Efsanelerin Merkezi: Balıklıgöl ve Çevresi

Şanlıurfa dendiğinde akla ilk gelen yerlerden biri olan Balıklıgöl‘e ulaştığımda, atmosferin bir anda değiştiğini hissettim. 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğindeki bu kutsal havuz, halk arasında ‘Halil-ür Rahman Gölü’ olarak da biliniyor. Gölün ve etrafındaki külliyenin, Hz. İbrahim‘in Nemrut tarafından ateşe atılma efsanesiyle derin bir bağı var.

Efsaneye göre, zalim Nemrut’un putlara tapmayı reddeden Hz. İbrahim’i yakmak için devasa bir ateş yaktırdığı, ancak Allah’ın emriyle ateşin suya, odunların ise balıklara dönüştüğü anlatılır. Yanı başındaki Aynzeliha Gölü ise, Hz. İbrahim’e aşık olan Nemrut’un evlatlığı Zeliha’nın gözyaşlarından ya da onun da ateşe atılmasıyla oluşmuş. Bu efsaneler, göle ve içindeki balıklara kutsal bir anlam yüklemiş. Gölün etrafında yürürken, o mistik havayı solumak, adeta efsaneleri canlı yaşamak gibiydi.

Mistik Sular ve Tarihi Camiler: Halil-ür Rahman’dan Ulu Cami’ye

Balıklıgöl Külliyesi‘nin içinde yer alan Halil-ür Rahman Cami, halk arasında ‘Döşeme Cami’ olarak da biliniyor. 504 yılında Hz. Meryem adına inşa edilen bir kilisenin 800’lü yıllarda camiye dönüştürülmesi, bu toprakların dinler arası geçişliliğini simgeliyor adeta. Külliyedeki diğer bir inci ise Rakka Valisi Rıdvan Ahmet tarafından yaptırılan Rızvaniye Cami. Her ikisi de ibadete açık, dingin ve ruhani bir atmosfer sunuyor.

Şehrin sokaklarında kaybolurken, yapım tarihi bilinmeyen ama ‘On İki Havariler Kilisesi’ olarak anılan, 1956’da camiye çevrilen Fırfırlı Cami‘ye rastladım. Tepesindeki rüzgar gülünden adını alan bu yapı, zarif taş işçiliğiyle beni etkiledi. Ulu Cami ise 1175 yılında eski bir kiliseden dönüştürülmüş ve sekizgen minaresi, şehrin ilk saat kulesi olma özelliğini taşıyor. Harim kısmındaki kuyunun şifalı olduğuna inanılması, Hz. İsa‘nın mendiliyle ilgili rivayetler, camiyi sadece bir ibadethane değil, aynı zamanda bir efsaneler merkezi haline getirmiş.

Kiliselerden Kültür Merkezlerine: Reji Kilisesi ve Elli Sekiz Meydanı

Şanlıurfa‘nın dinler arası hoşgörüsünü ve kültürel çeşitliliğini en iyi yansıtan yerlerden biri de Reji Kilisesi ve çevresindeki Elli Sekiz Meydanı oldu. 6. yüzyıl kalıntıları üzerine 1861’de inşa edilen ve Aziz Petrus ile Aziz Paulus’a ithaf edilen bu kilise, 1924’e kadar Süryaniler tarafından kullanılmış. Ardından Tekel İdaresi’nin tütün fabrikası ve üzüm deposu olarak kullanması nedeniyle ‘Reji Kilisesi’ adını almış. Şimdi bir kültür merkezi olarak hizmet vermesi, geçmişle bugünü harmanlayan bir dönüşümün sembolü niteliğinde.

Elli Sekiz Meydanı ise, bir hamamın yıkılması sonucu yaşanan trajik bir olaydan adını almış. Ancak bu meydan, Reji Kilisesi‘nin yanı sıra Şeyh Saffet Tekkesi, bir çeşme, Muhammed Muhiyiddin Türbesi ve Musevi ibadethanesi gibi farklı inançlara ait yapıları barındırarak, Şanlıurfa‘nın dinler ve kültürler arası hoşgörüsünün yaşayan bir kanıtı olmuş.

Şanlıurfa Çarşıları: Geçmişin Yankıları, Lezzetlerin Dansı

Şanlıurfa, tarihte önemli kervan yolları üzerinde kurulmuş bir ticaret merkezi. Bu durum, şehre Osmanlı döneminden kalma sayısız han ve çarşı kazandırmış. Haşimiye Meydanı, adeta bu ticaretin kalbi konumunda. Benim de yolum buraya düştüğünde, kendimi renk cümbüşü ve hareketli bir labirentin içinde buldum. Kazaz Pazarı, Sipahi Pazarı, Kınacı Pazarı gibi birçok geleneksel çarşı, hala esnafın ve yöresel ürünlerin kokularıyla dolu.

Özellikle Gümrük Han, tarihin tozlu sayfalarından fırlamış gibiydi. Hanın avlusunda, asırlık taşların arasında bir kahve molası vermek, günün yorgunluğunu üzerimden atmamı sağladı. Çevredeki dükkanlardan bol acılı kırmızı toz biber, biber salçası ve tabii ki fıstık alışverişi yaptım. Urfa biber salçası, mutfaklarımın vazgeçilmezi olmaya aday! Fiyatlar, beklentimin aksine, Ege Bölgesi’nden çok da farklı değildi; hatta bazı ürünler daha uygun bile olabiliyor, küçük bir ipucu olarak cebinize atın.

Medeniyetlerin Doğduğu Topraklar: Harran Ovası

Sabahın erken saatlerinde, yeni keşiflere duyduğum heyecanla Şanlıurfa şehir merkezinden 44 km uzaklıktaki Harran‘a doğru yola çıktım. Suriye sınırına yakın, kurak bir ovada yer alan Harran, binlerce yıllık tarihiyle beni derinden etkiledi. Tevrat’ta Haran olarak geçen bu yer, Nuh Peygamber’in torunundan tutun da Hz. İbrahim‘in kardeşi Aran’a kadar uzanan köklü bir geçmişe sahip. Sümercede ‘seyahat’ ya da ‘kervan’ anlamına gelen ‘haran-u’ kelimesinden geldiği söylenen ismiyle, burası gerçekten de medeniyetlerin doğduğu ve kesiştiği bir kavşak noktasıymış.

M.Ö. 7000’den beri kesintisiz yaşamın sürdüğü bu topraklarda Halaf, Ubeyd, Hitit, Asur, Babil, Helenistik, Roma, Bizans, Emeviler ve daha pek çok medeniyetin izlerini görmek beni büyüledi. Hz. İbrahim‘in Kenan iline buradan göçtüğü rivayetleri, Harran‘ı hem Yahudilerin hem de Arapların anayurdu kılıyor. Bir zamanlar yemyeşil olan bu bölge, GAP projesiyle eski ihtişamına kavuşmaya hazırlanıyor. Dünyanın ilk üniversitelerinden birine ev sahipliği yapmış, bilimin ve felsefenin yeşerdiği bu topraklar, Sabit bin Kurra, El-Battani, Cabir bin Hayyan gibi İslam Rönesansının önemli isimlerine beşiklik etmiş.

Harran’ın Konik Evleri: Geçmişin Gölgesinde Bir Yaşam

Harran‘a özgü, adeta bir masal diyarından fırlamış gibi duran Kümbet Evleri, beni en çok şaşırtan mimari harikalardan biriydi. 150-200 yıl önce inşa edilmiş bu konik yapılar, bölgenin sıcak iklimine karşı inanılmaz bir çözüm sunuyor. İçeriden yaklaşık 5 metre yüksekliğe ulaşan konik külahlar, sıcak havayı yukarı çekerek evin serin kalmasını sağlıyor. Kerpiç tuğlalarla örülmüş bu evlerin içindeki serinlik, dışarıdaki kavurucu havayla tezat oluşturuyordu.

Bazı evlerin içinden kemerlerle birbirine bağlanarak geniş mekanlar oluşturulması, o dönemin insanlarının zekasını gözler önüne seriyor. Kubbelerin yan duvarlarındaki tuğla çıkıntılar ise hem tamir hem de tepedeki açıklığı kapatma amaçlı kullanılıyormuş. Günümüzde bu evlerin çoğu turistik amaçlarla kullanılıyor; içeride yöresel kıyafetler satılıyor, çay-kahve ikram ediliyor. Harran, kerpiç evlerinde yaşayan, çoğu Arapça konuşan halkı, rengarenk kıyafetli kadınları ve puşili erkekleriyle Türkiye’nin en egzotik köşelerinden biri. Bir kez daha kendi kültürümüzün zenginliğine hayran kaldım.

Bilimin ve İmparatorların İzinde: Harran Ulu Cami ve Kalesi

Harran‘daki bir diğer önemli durak, Türkiye’de İslam mimarisiyle inşa edilmiş en eski camilerden biri olan Harran Ulu Cami idi. Emeviler döneminde Halife II. Mervan tarafından M.S. 744-750 yıllarında yaptırılan bu cami, bir zamanlar başkente taşınmış. 104×107 metrelik devasa alanı ve 12 bin kişilik ibadet kapasitesiyle, o dönemin gücünü ve ihtişamını gözler önüne seriyordu. Cami restorasyonda olmasına rağmen, minaresinin 105 basamaklı ahşap merdivenini ve ihtişamlı kalıntılarını görmek büyüleyiciydi. II. Mervan’ın kendine bir saray da yaptırdığı, uzaktan gördüğümüz kale surlarının içinde olduğu tahmin ediliyor.

Tektek Dağları Milli Parkı: Doğanın ve Tarihin Buluştuğu Yer

Harran‘dan sonra rotamızı Tektek Dağları Milli Parkı‘na çevirdik. Bu bölge, sadece doğal güzellikleriyle değil, aynı zamanda barındırdığı olağanüstü fauna ve flora ile de dikkat çekiyor. Ceylanlar, çizgili sırtlanlar, çöl varanları gibi sıra dışı hayvan türlerinin yanı sıra, Mezopotamya sümbülü ve Karacadağ çiğdemi gibi endemik bitkileri de görme şansımız oldu. Ancak beni asıl etkileyen, bu milli parkın kültürel değerleri ve sakladığı antik sırlar oldu.

Taş Ocaklarından Kutsal Mekanlara: Bazda Mağaraları ve Şuayp Şehri

İlk durağımız, Bazda Mağaraları‘ydı. Harran-Han el-Barur yolu üzerinde yer alan bu antik taş ocakları, 8. yüzyıldan itibaren Harran Ulu Cami ve Şuayp Şehri gibi yapıların inşasında kullanılmış. Dağın içine oyulmuş devasa tüneller ve galeriler, adeta yerin altındaki bir şehir gibiydi. Buradan çıkarılan taşların, o dönemdeki yapıların ihtişamına nasıl katkıda bulunduğunu hayal etmek bile büyüleyiciydi.

Ardından Özkent Köyü‘ndeki Şuayp Şehri‘ne geçtik. Geç Roma dönemine tarihlenen (M.S. 4-5. yüzyıl) bu antik yerleşim yeri, geniş bir alana yayılmış ve surlarla çevriliymiş. Tipik Roma evleri tarzında inşa edilmiş, avlulu ve altlarında kaya oyma kilerleri olan bu evler, o dönemin yaşam tarzını gözler önüne seriyordu. Her evin avlusundaki su kuyusu, suyun yaşam için ne denli hayati olduğunu gösteriyordu. Hz. Şuayb Peygamber‘in burada yaşadığı rivayet edilmesi, şehre mistik bir hava katmış. Yeraltı dehlizleriyle dolu bu etkileyici şehirde henüz arkeolojik kazı yapılmamış olması, aklıma ‘Kim bilir, altında daha ne sırlar yatıyor?’ sorusunu getirdi.

Harranilerin Gizemli Dünyası: Soğmatar ve Kutsal Tepe

Şuayp Şehri‘nden ayrılarak, Tektek Milli Parkı’nın kalbinde yer alan Soğmatar‘a doğru ilerledik. M.S. 2. yüzyıla tarihlenen bu bölge, Abgar Krallığı döneminde Harranlıların Ay ve Gezegen Tanrıları için tapındıkları önemli bir kült merkeziymiş. Tarihçi el-Biruni’nin de belirttiği üzere, 7 gezegenin ruhlarına tapan Harraniler’in dini inançları, astrolojiye büyük önem veriyordu.

Bugünkü adı Yağmurlu olan Soğmatar, Arapça ‘Suk el Matar’ (yağmur çarşısı) kelimelerinden geliyormuş. Bir zamanlar yüzlerce tatlı su kuyusuyla dolu bu topraklarda, şu an pek azı ayakta kalmış. Kalkolitik Dönem’e dek uzanan geçmişine rağmen burada da henüz detaylı bir kazı yapılmamış olması, tıpkı Şuayp Şehri gibi, beni gizemli bir beklentiye soktu. Musa Kuyusu, Pognon Mağarası ve Ay Tanrısı Sin’e adanmış kaya mezarları, bu inancın derinliğini gösteriyordu. Gün batımını izlemek için tırmandığımız Kutsal Tepe‘den, Mezopotamya Ovası’nın ve Tektek Dağları’nın muhteşem manzarasına bakarken, bu topraklara olan hayranlığım bir kat daha arttı.

Gizemli Kaya Yerleşimleri: Senemağar’da Zaman Duruyor

Hava kararmaya yüz tutarken, son durağımız olan Senemağar‘a ulaştık. Senem Mağarası olarak da bilinen bu küçük mezra, Geç Roma döneminden kalma (M.S. 5. yüzyıl) yapılarıyla adeta bir film platosunu andırıyordu. Eski bir pagan kültü üzerine kurulmuş Hristiyan manastırı kalıntıları, modern konutlarla iç içe geçmiş; tarih, ev, mağara ve ahır kavramları burada birbirine karışmıştı.

Tepenin eteklerinde, tarlalar arasında oyulmuş, dipsiz gibi görünen bir güvercinlik ise benim gibi yükseklik korkusu olan birini bile etkiledi. Yöre çocuklarının etrafında hiçbir korku belirtisi olmadan dolaşması, buradaki yaşamın doğallığını ve tarihi dokuyla iç içeliğini gösteriyordu. Hava iyice kararıp yağmur başlarken, Tektek Dağları Milli Parkı’ndan Şanlıurfa‘ya dönüş yolculuğumuza başladık. Bir günde ancak bu kadarını gezebilmiş olsam da, bu bölgenin daha pek çok sırrı barındırdığını bilmek, beni bir sonraki ziyaretim için heyecanlandırdı.

Şanlıurfa’da Konaklama ve Lezzet Durakları

Şanlıurfa‘da konaklama için birçok seçenek mevcut. Ben, tarihi dokuyu solumak amacıyla Elçi Konağı‘nda kaldım. Sıcak ve samimi personeliyle tarihi bir konak olan Elçi Konağı, şehrin nadir alkollü mekanlarından biriydi. Konfor arayanlar için modern oteller de mevcut ancak ben bu otantik deneyimi çok sevdim.

Şanlıurfa mutfağı ise başlı başına bir lezzet şöleniydi. Genellikle bol yağlı yemeklere alışkın olmayanlar için ilk başta biraz farklı gelebilir, hatta arkadaşlarımızdan bazıları bağırsak bozukluğu yaşadı, bu konuda küçük bir uyarı yapmak isterim. İlk öğlen yemeğimizi, tarihi bir handan restore edilerek lokantaya çevrilen Cevahir Restoran‘da yedik. Lebeni çorbası, Urfa kebap ve şıllık tatlısından oluşan menü oldukça lezzetliydi. İkinci gün Harran Kümbet Otel’de yediğimiz patlıcan ağırlıklı yemekler de yöresel tatları keşfetme fırsatı sundu. Şanlıurfa mutfağının Antakya ve Gaziantep mutfaklarıyla ortak noktaları olsa da, benim kişisel tercihim bu ikisinden yana oldu diyebilirim, ancak Urfa‘nın kendine has lezzetlerini mutlaka denemelisiniz!

Şanlıurfa’ya Veda: Bir Düşünce Yolculuğu

Son günümüzde, kahvaltı sonrası son bir kez Balıklıgöl‘e doğru yürüdük. Urfa’nın kalbinde, kale eteklerinde yaptığımız bu son gezintiyle şehre veda etme vakti gelmişti. Dönüş yolunda, bu kadim topraklarda dinin, inancın ve medeniyetlerin insanlık üzerindeki derin etkisini düşündüm. Kiliseler, katedraller, tapınaklar ve camiler… Hepsi, bilimi anlamamızı sağlarken, dini anlamlandırmamızı sağlıyor. Bilim aydınlatırken, din ısıtıyor.

Şanlıurfa‘nın henüz çok azının keşfedilmiş olması, bu toprakların gelecekte daha ne kadar büyük sırlar barındırdığını düşündürüyor. Eminim ki önümüzdeki yıllarda Şanlıurfa, arkeolojik keşifleriyle dünya gündemini daha sık meşgul edecek. Bu şehir, sadece bir gezi rehberinden ibaret değil; o, insanlık tarihine açılan bir pencere, ruhunuzu besleyen bir deneyim. Eğer tarihin derinliklerine inmek, inançların ve efsanelerin izini sürmek isterseniz, Şanlıurfa sizi bekliyor. Bu unutulmaz kültürel miras yolculuğuna mutlaka çıkın!

Merhaba! Ben Ceren Gezgin, dünyayı gezmeyi ve yeni yerler keşfetmeyi seven biriyim.Soy adım gibi gerçekten gezginim. Çocukluğumdan beri gezmeyi ve keşfetmeyi çok seviyorum. İlk kez 18 yaşında yurt dışına çıktım ve o günden beri farklı ülkeleri gezmeye devam ediyorum.Gezdiğim yerler arasında Türkiye, Avrupa, Asya ve Afrika'dan ülkeler var. Gezdiğim yerleri ziyaret ederken sadece turistik yerleri değil, yerel hayatı da deneyimlemeye çalışıyorum. Yerel halkla tanışıyor, onların kültürlerini ve yaşam tarzlarını öğreniyorum.Gezilerimi ve deneyimlerimi fiyatinedir.net sitesinde paylaşıyorum. Sitede ülke rehberi, şehir rehberi, gezilecek yerler, konaklama, ulaşım ve yeme-içme gibi konularda bilgiler bulabilirsiniz.Dünyayı benimle tanımanızı çok isterim. Farklı kültürleri, farklı yaşam tarzlarını ve farklı güzellikleri keşfetmenize yardımcı olmak istiyorum.

Yazarın Profili

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir